Ayvacık Bayan Masör – Masör Ece
Ayvacık Bayan Masör – Masör Ece
Ayvacık Bayan Masör çeyrek kala, kitaplığın yöneticisi, ciddi bir sesle, “Baylarkitaplığımız-kapanmak-üzeredir” diye ağır ağır mevzuşarak ortaya çıkardı. Kitaplarımı bir yana koyduktan sonra, tekrar dışardaki dükkânlarla, ışıklarla, yoldan geçenlerle ve Theâtre Français’in önünde menekşe satan cüce çiçekçiyle karşılaşmak, her seferinde ilk defa görüyormuşum şeklinde şaşırtırdı beni. Ağır ağır yürür, kendimi akşamın ve eve dönmenin melankolisine kaptırırdım. Stepha, benden birkaç gün sonrasında Paris’e geldi. Sık sık kitaplığa geliyor; Goethe ve Nietzsche okuyordu. Felfecri okuyan gözleri ve her an yayılıveren gülümsemesiyle, erkekleri alabildiğine çekiyor ve çevresindekiler, onu rahat çalıştırmayacak ölçüde ilgileniyorlardı kendisiyle.
Ayvacık Bayan Masör oturmasıyla, sırtına mantosunu atıp, adam dostlarından birisiyle çene çalmak için dışarı çıkması bir olurdu. Almanca öğrenmeye çalışan öğretmen, Prusyalı öğrenci, Romen hekim, sıraya dizilirlerdi. Yemeklerimizi beraber yerdik. Stepha’nın durumu pek de iyi olmadığı biçimde, bana ya bir pastacıda pasta, veya Bar Poccardi’de kahve ikram ederdi. Saat altı oldu mu, bulvarlarda tur atar, veya çoğunlukla onun odasına gidip çay içerdik. Saint-Sıdpice sokağındaki bir otelde, boncuk mavisi bir odası vardı. Duvarlara Cezanne’ın, Renoir’ın, El Greco’nun röprodüksiyonlanyla, ressam olmaya hevesli bir ispanyol arkadaşının resimlerini sıralamıştı. Onunla olmak bana sevinç veriyordu.
Ayvacık Bayan Masör
Ayvacık Bayan Masör yakasını, ufak şapkalarını, elbiselerini, kokusunu, cıvıl cıvıl sesini, işveli hareketlerini beğeniyordum. Öteki arkadaşlarımla, Zaza ile, Jacquesla, Pradelle’le ilişkilerim hep belirli bir ölçülülük içinde sürmüştü. Oysa Stepha, sokakta koluma giriveriyor; beyaz perdede elimi tutuyor; en ufak bir duygulanmada beni öpüveriyordu. Kendisiyle ilgili bir yığın şey anlatırdı. Nietzsche’den hoşlanıyor; Madam Mabille’e öfkeleniyor ve kendisine âşık olanlarla alay ediyordu. Son aşama güzel öykünmek yapıyordu. Mevzuşurken, bir taraftan da taklitler yaparak anlatırdı başından geçenleri. Onun bu hali beni eğlendiriyordu. Stepha, dinsel bir birikimden kurtulmaya çalışıyordu. Lourdes’da günah çıkarmış ve şaraplı ekmek ayinine katılmıştı. Paris’e döndükten sonra da Bön Marche’den ufak bir incil almış ve Saint-Sulpice’deki kiliselerden birine duaya gitmişti.
Ama bütün bunlar bir işe yaramamışa. Tam bir saat kilisenin önünde bir aşağı bir yukarı dolaşmış durmuş; içeri mi girsin, ters yüzü dönerek odasına mı gitsin bir türlü karar verememiş. Ellerini arkasına bağlamış, kaşları iyice çatılmış, odasında bir duvardan ötekine gidip gelerek, o anda yaşadığı ruhsal bunalımı öylesine canlı bir anlatımla dile getirdi ki, onu ciddiye alsam mı, almasam mı diye kararsızlığa düştüm. Aslında Stepha’nın taptığı, mukaddes tanıdığı şeyler düşünce, Sanat ve Deha idi. Çok sıkışırsa, bunların yerine zekâ ve kabiliyetleri de koyabilirdi. Ne vakit “Ayvacıkç bir adama” rastlasa, bir yolunu bulur, onunla tanışır; sonra da adımı “avucunun iAyvacık Yakası” almak için elinden geleni yapardı. Tüm bunların nedenini, içindeki “ölümsüz dişilikle” açıklıyordu. Fikir yönü ağır basan mevzuşmaları ve dostlukları, bu küçücük flörtlere yeğ tutuyordu. Haftada bir, Closerie deş Lilas’da, Ukraynalı gazeteciler veya Paris’te ne idüğü belirsiz çalışmalar ve araştırmalarla uğraşanlarla toplanır; saatler saati tartışır dururdu, ispanyol arkadaşını her gün görüyordu. Onu yıllardır tanıyordu. Çocuk Stepha’ya evlenme teklif etmişti. Ona sık sık Stepha’nın odasında rastlardım. Aslına bakarsan o da aynı otelde kalıyordu. Adı Fernando idi.
Son yorumlar